denden
denden (üye)
İstanbul / Meraklı

Geç Kaldığın Yerde Bekle Kendini...

Bir yerde acı bir olay oldu diyelim. Kulağıma geldi. Nedense suçlu hissederim kendimi. Orada olsaydım, belki küçük bir müdahale ile, belki tatlı bir sözle önleyebilirdim olanları. Gözleri yerlerinden fırlamış, öfkesi aklını yenmiş, cinnet geçiren bir adamın kendi çocuklarına ve karısına doğrulttuğu ateş kusan silahı elinden alabilirdim meselâ. Alabildiğim için de ertesi günün gazetelerine kanlı bebe fotoğrafları çıkmazdı. Ama her defasında geç kalırım oraya.
Geç kaldığım yerler o kadar çok ki.... Kaçırılmış bir çocuğun hıçkırıklarını emen soğuk ve boğucu karanlığı bir hışırtıyla olsun yırtamadığımı, ısıtamadığımı günler sonra öğrenirim meselâ. Yüzünün güzelliğiyle düşürüldüğü tuzaklarda kalbi uyuşturucu ve şehvetin kirli mahzenine hapsedilen, sonunda bedeni de kirletilip sarsak bir karanlığın koynunda çürümeye terk edilen genç kızların gözlerine umutlar taşıyan müşfik bir ağabey bakışı kadar olsun taşmış olmamak ne talihsiz bir geç kalıştır.

Yetişmek istediğim o kadar çok an var ki... Olabilseydi eğer, yaptığının sadece bir tetiğe basmak olduğunu zanneden katilin parmağına, kapı ardında beklenen babanın gelmeyişiyle bitimsiz hüzünlere boğulan, sonraki günlerde ve sonraki yılların her gününde, “Babam ne zaman gelecek anne?” diye her soruşunda yürekleri yeni baştan yakan çocukların gözyaşlarının sıcağını değdirirdim. Ömrünü telafi edilmez bir pişmanlıkla kuşatan ve film şeridi gibi geri almak isteyeceği o anda “katil”in parmağını tetikten çekecek kadar olsun var olamamak ne acı bir yokluk...

Becerebilseydim eğer, birbirlerine son sözlerini söyleyerek, çocuklarının minicik yüreklerini annenin ve babanın naylonlaştığı, sevgi ve şefkatin sığlaştığı boşluklara savuran karı kocalara, içlerinde saklayıp dillendiremedikleri, dillendirseler de birbirlerine duyuramadıkları, duyurabilseler de içtenliğine inandıramayacakları o derin pişmanlıklarının fotoğraflarını göstermek isterdim. Bir ömrü heder eden o “son söz”leri dudaklardan çıkmak üzereyken susturamamak ne tuhaf bir geç kalmışlıktır... Çocukluğunda görmediği şefkat yüzünden, gençliğinde tatmadığı mutluluk yüzünden, fırsatını bulunca dünyayı kana bulayan, binlerce çocuğun tebessümünü yarıda bırakan acımasız diktatörlerin çocukluk günlerine yetişip saçlarını okşamak isterdim. Sıcak bir dokunuşla, tatlı bir bakışla kin ve nefreti besleyen o sinsi karanlığı yok edebilecekken orada bulunamamak ne büyük eksiklik.

Dolandırdığı binlerce insanın umutlarının üstüne kurduğu sofrada torununun sarı saçlarını şefkatle okşayan adamın göğsüne, hortumcuya kaptırdığı paraları yeniden kazanmak için savrulduğu gurbette sarı saçlı bebesinin “agu”larını özleyen adamın kalbini koyabilmeyi isterdim.

Anlık bir kızgınlıkla, “Seni evlatlıktan sildim.” sözüyle kapı dışarı ettiği oğlunun/kızının yokluk acısını kendine bile söyleyemeyen, söylerse ayıplanacağını sanan, ayıplanırım zannıyla kendi içine doğru dilsizleşip taşlaşan baba yüreklerinin kıpırtılarına müşfik bir kulak olabilseydim, bütün geç kalmışlıklarımı affettirebilirdim belki.

Demem o ki, hayat, her yerinden, hiç sebepsiz kırılabilir cam bir fanus gibi genişliyor avucumuzda. Zaman, her noktasından her yöne sonsuz defa bükülebilir bir ip gibi dolanıyor yüreğimize.

Öylesine geçirdiğimiz birkaç dakikada, ne çok yerden eksik oluyor, ne çok önemli işten geri kalıyoruz. Sıradan sandığımız birkaç saat içinde, ne çok mazlumdan yüzümüzü esirgiyor, ne çok muhtaçtan elimizi çekiyoruz. Öylesine sustuğumuz birkaç dakikada sesimizi ne çok çaresizden sakınıyoruz. Boş sözle geçirdiğimiz nice “boş” saatlerde, sözümüzü nice şefkatli başlangıcın mayası etmekten sakınıyoruz. Öylesine uyuyup geçirdiğimiz nice gecelerde, ne kadar çok acıya, ne kadar derin sancıya kapatıyoruz kalplerimizi.

Diyeceğim o ki, sevgili zamane, hiç de sıradan değil hayat. Olamadığın yerlere, yetişemediğin anlara, geç kaldığın olaylara bir bak! Olduğun yerlerde, yetiştiğin anlarda, katkıda bulundu

Tarih: 9 Şubat 2007, 13:51 - İp: 85.***.**6.2